YİTİRİLEN YETENEKLER
Her insanın yaşamında imrendiği insanlar vardır.
Bizim yapmak istediğimiz ama yapamadığımız bazı şeyleri başarıyla yapabilenleri, hayranlık ve biraz da kıskanarak izleriz.
İlkokuldan itibaren tüm öğrenim yaşamımda bu duyguyu hep yaşamışımdır.
Derslerde öğretmenin anlattığını benden daha çabuk ve daha iyi kavrayanlara, el işi derslerimizde araç ve gereçleri benden daha iyi kullananlara belli belirsiz bir takdir ve kıskançlıkla bakardım.
İnsanların, kalıtımsal olarak öğrenmelerini çevreleyen bir sınır olduğunu, bazılarının dışardan gelen etkiyi, diğer insanlardan daha iyi alabilme gücüne sahip olduklarını ve bunun adına da “yetenek” denildiğini sonraları öğrenecektim.
*
Ortaokul yıllarımda yani 13 – 14 yaşlarımda iken okulda, mahallede bazı şeyleri benden çok daha iyi yapan arkadaşlarım vardı.
Ünal Özbay, çaput topla oynadığımız futbolda benden çok iyiydi.
Bir dairenin ortasına konulan cevizleri, başka bir cevizle uzaktan o daireden çıkarma işini İsmet Becer benden daha iyi becerirdi. Aslında bu oyun, masumane bir kumardı.
Aydın Yaramış, Nazif Dinçer matematikte sınıfın en iyileriydi.
Teyzemin oğlu Suat Duyum’un yazısı çok güzeldi.
Muzaffer Kılıç’ın iş derslerinde tahtadan giydirmeli olarak yaptığı çantayı, Niksar’da bir marangoz bile zor yapardı.
Sabahattin Selimbeyoğlu, boynuna astığı camlı kutuyla simit-gevrek satarken, iki haneli rakamları kâğıt kalem kullanmadan aklından çarpar, sonucunu doğru olarak söylerdi.
İsmet Akatay (Toto), ortaokul bitirme müzik sınavına kolunun altına zor sığan bir cümbüşle gelmişti. İçimizde bir enstrüman çalmasını sadece o biliyordu.
Eser Günal sahnede profesyonel bir oyuncuya taş çıkartırcasına rol keserdi.
Benim en iyi olduğum alan ise, zannederim okulumuzun zengin kitaplığında bulunan kitapları okuma işiydi. Milli Eğitim Bakanlığı’nın yayınladığı dünya klasiklerinin birçoğunu ve Sabahattin Ali gibi Türk yazarlarının birçok yapıtını ortaokul sıralarında okumuştum.
*
Yeteneğini geliştirerek alanında çok başarılı olan arkadaşlarımın yanı sıra, çok yetenekli olduğu halde o alandan uzaklaşan arkadaşlarım da oldu.
Örneğin, cebinde bir defter ve kâğıtla gezip durmadan matematik problemleri çözenSevgili Nazif Dinçer’i en son gördüğümde Fırat Üniversitesi Makine Bölüm Başkanı olan bir profesördü.
Ama, herkesten daha iyi resim yaptığına herkesin inandığı bir arkadaşımın, sahip olduğu bu yeteneğini geliştirecek fırsatları yakalayamamış olması halen içimi acıtır.
Kaya Tanış 1939 doğumlu, ufak tefek, minyon görünümlü bir arkadaşımdı.
İlk ve ortaokulu beraber okumuştuk.
1926 yılında mübadil (başkasının yerine getirilen) olarak Yunanistan’dan gelen yoksul bir ailenin oğluydu.
Babasını 40 günlükken kaybettiği için annesi Hayriye Teyze tarafından yetiştirilip, büyütülmüştü. Hayriye Teyze (mahallede ona Sabriye de derlerdi) dindar bir kadındı. Mevlüt okur, hatim indirir, oya yapar, onları satar çocuklarının geçimini sağlardı.
Kılıçaslan Mahallesi, Kazancı Sokak’taki tek gözlü ahşap bir barakada otururlardı.
Kaya’nın sakin bir yaratılışı vardı. Biraz içine kapanıktı.
Okul dışı zamanlarında, Arasta’daki Kumluğun fırınından aldığı simitleri satar, yaz tatilinde lokantalarda bulaşıkçılık yapar, günlük kazandığı 20-25 kuruşla aile bütçesine katkıda bulunurdu.
Ortaokulda iken Küpüçün Lokantası’nda garsonluk yapmaya ve günde 50 kuruş kazanmaya başlamıştı. Lokantacı Ömer Efendi onu denemek için bazen yerlere bozuk paralar atar, Kaya da onları alır, Ömer Efendi’nin masasının üzerine koyarmış. Bu nedenle patronu ona güvenir ve severmiş.
İlkokulda iken bir gün kürsüde oturan öğretmeni Gürsel Özel’in resmini yapar. Resmi gören Gürsel Hanım şaşırır. Çünkü resim bir fotoğraf kadar kendisine benzemektedir. Öğretmen onu över ve resim yapma konusunda yüreklendirir.
Artık küçük Kaya, her fırsatta eline geçen kâğıtlara resim yapmaya başlar.
İlkokul bittiğinde, akrabaları onun ortaokula gitmesini istemez. Özellikle Amcası Veli’nin hanımı Zülale “Okuyup ta ne olacak? Bir lokantada garson olarak çalışsın. Hiç değilse yağlı yemekler yer” der.
Ama annesi Hayriye Hanım ısrarla oğlunu okutmak ister ve ortaokula kaydettirir.
*
Bizim ortaokulda okuduğumuz yıllarda eğitim-öğretim bugünkü gibi rayından çıkmamıştı. Milli Eğitim’den Atatürk ilke ve devrimleri silinmemiş, dersler kuramsal (nazari), ezbere dayanan, yaşamda işe yaramayan bilgi depolamak haline gelmemişti.
Tarım derslerimizde çeşitli bitkiler yetiştirir, arıcılık, tavukçuluk öğrenir, el işi derslerimizde kendi çantamızı, evde işimize yarayacak araç-gereçler yapardık.
Resim derslerinde yapacağımız bu gereçlerin iş resimlerini çizer, matematiksel hesaplamalar yapardık.
Her dersin ayrı bir odası vardı. Resim dersinde resim odasına, matematik dersinde matematik odasına, fizik dersinde fizik odasına giderdik. Her dersin odası, o derse göre düzenlenmişti.
Resim dersinde sıralarımız duvar kenarlarına bir (U) şeklinde dizilmişti.
Dersler başlamadan önce iki defa zil çalardı. İlk zil öğrenciler içindi. Bu zil çaldığında biz dersliğe girer, sıralarımıza otururduk. İkinci zil öğretmenler içindi. O zil çaldığında sınıftaki kargaşa, karmaşa biter öğretmenin derse girmesini beklerdik.
Resim-İş dersimize gelen Bekir Ulusoy çok yetenekli ama bir o kadar da sinirli bir öğretmenimizdi.
*
Kaya, ortaokula başladığı gün hastadır. İshal olmuş ve sık sık tuvalete gitmektedir.Rastlantı, ilk ders resim-iş dersidir ve Kaya derse ikinci zilde girmiş, Bekir Bey’den azar işitmiştir.
O gün Bekir Bey, sınıfın ortasında iki erkek öğrenciyi güreş tutar vaziyette ve bir kız öğrenciyi de elinde süpürgeyle temizlik yapar durumda tutarak onların resimlerini yaptırır. Kendisi de sıraları dolaşarak yapılan resimleri inceler, önerilerde bulunur.
Kaya’nın sırasına geldiğinde uzun süre onun resim yapışını izler. Sonra Kaya’nın yaptığı resmi alarak sınıfa gösterir ve “Çocuklar, aranızda bir dâhi (olağanüstü yetenekli) var” der. Biraz önce derse geç geldiği için azarlayıp kulağını çektiği çocuk, artık Bekir Bey’in en gözde öğrencisi olmuştur.
*
Ben ortaokulda, öğretmenin ev ödevi olarak verdiği tüm resimleri, Kaya’ya yaptırırdım. Onların Kazancı Sokak’taki tek odalı evin çarşı tarafına bakan pencerelerinin önünde bir sedir vardı. Kaya, bir hamur tahtasının üzerinde ders çalışırdı. Benim ödevimi iki dakikada çiziktirir elime verirdi. Onun çalışmasını hayranlıkla izlerdim.
Bekir Bey ödevimi görünce “Ulan, bunu yine Kaya’ya yaptırmışın” derdi.
*
O yıllar Niksar’da lise yoktu. Ortaokulu bitirenler, öğrenimlerine Tokat veya başka illere giderek devam ederlerdi. Kaya “Güzel Sanatlar” okumak istiyordu. Ama o konuda parasız yatılı okuyabileceği bir okul da yoktu.
Çalışmak için Ankara’ya gider. Uzun süre aç ve açıkta kalır. Parklarda yatar. Kendisi anlatmıştı: Bir gün bir apartmanın bahçe duvarının üzerinde biraz ısırılmış bir simit görür. Taş gibi kurumuş olan simidi alır, ıslatır ve yer. Sonra Anafartalar’da bir lokantada çalışır. Sonra tesadüfen Öğretmen Halis Bey’le (Yekta Güngör Özden’in babası) karşılaşır. Halis Amca onu evine götürür. Yırtık çoraplarının yerine yeni çoraplar verir. Karnını doyurur. Sonra Gazi Eğitim Enstitüsü’nde öğretmen olan Şevket Türkyılmaz Bey’e gönderir. Şevket Bey’de ona yemekhanede bir iş bulur. Yıl 1959’dur. Orada yer, orada yatar. Ayda 160 lira da maaş alır.
Güneşli bir günde, Gazi Eğitim Resim Bölümü Öğrencileri, başlarında öğretmenleriyle beraber bahçede resim yapmaktadırlar. Onları izleyen Kaya, dayanamaz bir öğrenciden kâğıt kalem ister ve resim öğretmeninin resmini yapar. Resmi gören öğretmen, ilkönce onu da öğrenci zannederek, resmi alır ve diğer öğrencilere resimden övgüyle söz eder. Sonra Kaya’nın öğrenci olmayıp okulda işçi olduğunu öğrenince çok üzülür.
*
Askerlik çağı gelen Kaya, Ankara’dan Niksar’a döner. Zaten annesini de çok özlemiştir.
Maceralı bir şekilde askere gider. Manisa’da ve Menemen’de er olarak askerliğini yapıp tekrar Niksar’a gelir.
Bu sırada belediye’den “Nüfus’ta kâtiplik için eleman alınacak” duyurusunu (anonsunu) işitir. Sınava girer, kazanır.
Kâtiplikle başlayan Nüfus İdaresi’ndeki serüvenini müdürlüğe terfi ederek bitirir.
*
Evvelsi gün Kaya’ya Serdar Lüleci’nin dükkânında rastladım. Elinde bastonu, ağzında –geçirdiği onca hastalığa karşın- vazgeçmediği sigarası vardı.
Geçmiş günlerden bahsettik.
Kahırla (içe işleyen derin bir üzüntüyle), kaderine küfretti.